Yeniden Yazılan Tarihi İzlemek:
Uluslararası Etkinliklerle Sterilizasyon ve
Tarihin Yeniden Yazılışı
Çiçek Duman Chek, Turkuawo Setenay Gürçeşme, John Haghor
Özet
Sürgün edilen Çerkeslerin barınması için kurulan toplama kamplarından birinin durumunu komutanına aktaran Rus zabiti 1865 tarihli mektubunda şöyle yazmaktadır:
Konstantinovskaya kalesinden gelen bilgiye göre gönderilen 110 bin civarında yerli, varış noktasına ulaştıktan sonra Konstantinovskaya Körfezi’nin (günümüzde Soçi’deki Adler beldesi) kuzeydoğusunda yer alan barakalarda uzun süre kalmak zorunda kalarak, geleneklerine göre ölülerini yine aynı yerde gömüyordu. Göçenlerin ölüm oranına ve cesetlerini toprağın ne kadar altına gömdüklerine ilişkin bilgi topladım. Bu bilgi derine gömülmemiş cesetlerden yayılması olası salgın hastalıkların önlemini almak için gerekliydi.[1]
Bu nottan tam 147 yıl sonra, Vancouver’da düzenlenen Kış Olimpiyatları sırasında kurulan Soçi Evi’nde Kazaklar girişte ziyaretçileri göz kamaştırıcı bir hologramla karşılıyordu. Soçi’yi dünya vitrinine taşıyan bu devasa fuarda, 5000 yıldan daha uzun bir süre bölgeye hakim olmuş yerli Çerkesler hakkında hiçbir bilgiye yer verilmedi. Buna karşılık soykırımının öncüsü olan Kazaklar, Soçi’nin tarihsel sahipleri olarak yansıtıldı.
Çerkes Soykırımı’na sahne olan ve toplu mezarların yanı sıra pek çok katliam kalıntısının bulunduğu Soçi, 2014 Kış Olimpiyatları için hem genel hem de mecazi anlamda temizlendi. Tarihin yeniden yazılışı ve bir kültürün yerle bir edilişi, gizli bir hükümet organı tarafından karanlık çalışmalarla değil, mümkün mertebe kamunun gözlerinin önünde gerçekleştirildi.
Bu makale, 2014 Soçi Kış Olimpiyatları kapsamında sürdürülen Soykırım ve Etnosid’i (Ç.N.Kültürel Soykırım) ele almaktadır.
Tarihsel Soykırım
Çerkes soykırımı, kurbanların mevcut gözlemlenebilir durumu, soykırımın faillerinin aşikar niyetinin ve konuya yönelik istekliliğinin kanıtlanması ve son olarak soykırımın yaşanmasına doğrudan neden olan ve gerekli şartları tahsis eden faillerin faaliyetleri olarak sıralanabilecek üç başlıkla doğrulanabilir.
Bu kategorilerin her biri, tek başına, Çerkes soykırımı için mücbir sebep oluşturabilir. Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde, durum kesin bir tablo çizmektedir. Çerkes soykırımı ve bu bağlamda Çerkesler, bilim insanları için dahi tam manasıyla bilinmeyen konulardır. Bu da soykırımın yakaladığı ve sürdürdüğü başarıyı gösteren önemli bir dayanak noktası teşkil eder. 19. yy başlarında Çerkes nüfusunun durumundan hareketle günümüze ilişkin olarak yapılacak basit çıkarımlar, görmek isteyenler için çok derin bir hikayeyi içinde barındırmaktadır.
200 yıl önce dünyada 1.5 milyonun üzerinde Çerkes nüfusu bulunmaktaydı. En ılımlı tahminlerden biri olarak bu rakam, 3 milyon Çerkes’in var olduğu iddiaları ile genişletilmektedir.
Günümüzde dünyadaki Çerkes nüfusu 4 ila 6 milyon arasında seyretmektedir. Normal şartlar altında bu sayının 30 milyona yaklaşmış olması gerekmektedir. Yüzdelik oranlara bakıldığında, nüfuslarının neredeyse yüzde 90’ı anayurttan uzakta olan Çerkesler oransal olarak dünyadaki en büyük Diaspora’yı oluşturmaktadır.
Nüfusta kaydedilen bu ciddi düşüşü ve coğrafi değişimi, soykırımdan başka bir tanımla açıklamak son derece zor. Sürecin özüne bakıldığında, bu istatistiklerin asıl sorumlusunun soykırım ve soykırımın yarattığı korku olduğu ortadadır.
Soykırım iddiasında bulunanlar soykırımı meydana getiren eylemlerin ortaya konması noktasında genellikle kastın kanıtının ispatına davet edilir. Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne buna ilişkin bir tanımın eklenmesi konusu tüm boyutlarıyla masaya yatırılmış; yapılan tartışmalar sonucunda soykırım tanımının içeriğinin yeniden belirlenmesine yönelik talep artışı tespit edilmiştir. Etnik temizlik bağlamında gerçekleştirilen eylemlerin soykırım olarak sınıflandırılabilmesi için, bir grubun tümünün ya da bir kısmının fiziksel olarak yok edilmesine ilişkin niyetin açıkça ifade edilmesine gerek olmadığı, buna karşın gerçekleştirilen eylemlerin tabii sonucunun fiziksel olarak yok edilme olması durumu yeterlidir.
Öte yandan Çerkes Soykırımı kapsamında, kurbanların güvenliğinin umarsız ya da kasti şekilde göz ardı edilmesi nedeniyle ölüme sebebiyet veren metotların benimsendiğine ilişkin buna benzer doğrudan açık ifadeler bulunmaktadır. Bu da bu tanımın yapılması için yeterlidir.
General Yermolov’un da “Çerkeslere değil, Çerkes topraklarına ihtiyacımız var” sözleriyle itiraf ettiği gibi Çarlık Rusyası’nın amacı Çerkesya’yı işgal edip, Çerkesleri yok etmekti. Bu amaçla 1856 yılında Kuzeybatı Kafkasya topraklarını etnik olarak temizlemek için Rus General Miliutin tarafından bir sürgün planı hazırlanmıştır.
Alman akademisyen Irma Kreiten bu politikayı “Soykırım yolunda: Rusya’nın Kuzeybatı Kafkaslar’daki “Son Zaptı”nın Kıyaslamalı Değerlendirmesi” başlıklı çalışmasında detaylı olarak tartışmaktadır:
Sözde “temizlik” ve Çerkes sürgününün dinamikleri 1856 yılında Rus subayı Dmitrii Miliutin’in tezkeresiyle ateşlenmiştir. Tezkerede Miliutin, Rusya’nın Kuzey Kafkasya’nın işgalini tamamlaması için gerekli gördüğü yöntemleri sıralarken, bölgenin işgalinin aşağıdaki yöntemlerin biri ya da her ikisi birden hayata geçirilirse başarılı olacağına işaret etmektedir:
1) (Tarafımızca) İşgal edilen topraklardaki yerel halkın o topraklarda kalmasına izin vererek zaptının sağlanması ya da,
2) Yerel nüfustan toprakların alınması ve onların yerine galip tarafın yerleşimcilerinin topraklara yerleştirilmesi.
[…] Bu bağlamda Miliutin’in tezkeresini değerlendirmek ve nasıl sonuçlandığını görmek için kurulan hükümet komisyonuna göz atmak, ilginç çıkarımların yapılmasını sağlayabilir. Komisyon ciddi anlamda bu plana karşı çıkarak: “Komite, bu tip sert adımların atılmasına ilişkin her türlü girişimin, özellikle de dağlıların anayurtlarına derin bağlılığı göz önüne alındığında, son derece tehlikeli bulunduğunu beyan eder. [...] Don bölgesindeki steplerde kurulu yaşam alanlarını terk etmektense ölümü tercih edecekleri şüphe götürmez bir gerçektir. Bu yalnızca tüm kabileler için değil, bu tip koşullar altında yaşamayı kabul etmeyen bireysel aileler için de geçerli olacaktır. Bu da itaatkar yapının sağlanmasıyla değil, bu topluluğun imha edilmesiyle sonuçlanacaktır” açıklamasında bulunmuştur. […] [2]
Komisyonun itirazında da açıkça yer verildiği üzere, her iki şekilde de yapılan plan, yerli Çerkeslerin yok edilmesiyle sonuçlanacaktır. Buna karşılık komisyon Çar’ı ikna edememiştir. General Miliutin’in tahliye planı, 1856 yılında General Barjatinski tarafından uygulanmış ve en sonunda da Osmanlı İmparatorluğu tarafından desteklenerek; 1862 yılında Rus Çarı II. Alexander tarafından “resmi olarak” onaylanmıştır.
Bu nedenle, ilk amacın Kafkasya’yı işgal etmek, bunun mantıksal sonucunun ise soykırım olduğu açıkça görülmektedir. Rusya’nın hedefi bölgeden Çerkesleri tahliye etmekken; Rus liderler tarafından kabul edilebilir olarak değerlendirilen bedel de soykırımdı. Kasıt, açıkça ortadaydı.
Fakat asıl niyet, Çerkesleri basitçe ve sadece ortadan kaldırmak üzere imha etmek değil; Rus liderlerinin hedeflerine ulaşabilmesi için, Çerkeslerin kesinlikle yok edilmesi gerektiğine karar verilmiş olmasıdır. Bu noktadan hareketle, topraklardaki en yüksek otorite, sonuçlarının bir halkın imhasına neden olabileceğini bilerek, planı uygulamaya koymaya karar vermiştir.
Fadeyev, bu imhanın gerekliliğine inancını aşağıdaki ifadelerle ortaya koymuştur:
“Dağlılar topraklarını bırakmak istemiyor diye, hali hazırda uzun zamandır başlatmış olduğumuz Kafkasya’nın zaptı sürecini durdurmamız ya da terk etmemiz söz konusu değildir. Bu nedenle dağlıların yarısını imha etmek, diğer yarısının teslim olması için temel bir gerekliliktir.” [3]
Çar’ın oğlu Prens Michael dahi şu ifadeleri kullanmıştır:
“Dağlıların teslim olmadığını düşünerek görevlerimizi bırakamayız. Dağlıların yarısının silinmesi için diğer yarısının yok edilmesi gerekmektedir.” [4]
Soykırımlara ilişkin yaptığımız çalışmalarda, kasıt ve gerekçenin farklı görünseler de aynı paranın yazı ve turası gibi birbirine bağlı olduğu sonucuna vardık. Sıklıkla soykırımla ilişkilendirilen insanlıktan uzaklaştırmanın tipik dilini kullanan Rus Prensi Kochubei aşağıdaki ifadeleri kullanmıştır:
“Bu Çerkesler aynı sizin Amerikalı Kızılderililer gibidir. Onlar gibi evcilleştirilemeyen ve medeniyetten uzak bir yapıları vardır. Karakterlerinin doğası itibariyle yalnızca yok edilmeleri halinde sessiz kalacaklardır.” [5]
Bu soykırımcı zihniyeti Albay Petre Chaikovskii şu sözleriyle bir kez daha doğrulanmaktadır:
“Miras aldıkları fiziksel ve ahlaki vahşilikle ilintili olarak dağlılar soğuktan ve açlıktan ölmemek haricinde bir gereksinime sahip değildir. Bu nedenle de işgal etmek ya da onları zapt altına almak çok daha zordur.”
“Kısa vadeli teslim ve ayaklanmaların sayısız [...] örneğinde de görüldüğü gibi [...] Dağlıların ebedi vahşi ruhunu teslim almak için onları silahsız bırakmak gerekmektedir. Ancak bu şartlar altında dağlarda tehlike arz etmeyeceklerdir. Silahsızlandırmak aynı zamanda onları öldürmek anlamına gelmektedir. Zira gönüllü olarak teslim olmaktansa kendilerini öldürmeyi tercih edeceklerdir. [...]” [6]
Yok etme mantığının başka bir dayanağı daha bulunmaktadır. Bugüne dek, yaptığı soykırımı kabul etmeyen Ruslar, Çerkes sürgününün bir göç olduğunu ve dini gerekçelerle yapıldığını ileri sürmektedir. Eğer bu gerçek olsaydı, Çerkesya’yı yerlilerinden temizlemek üzere imha planları yapmaya gerek kalmazdı.
Profesör Walter Richmond konuyu şu şekilde mercek altına almaktadır:
“Alçak arazilere yeniden yerleşme “seçeneği” hiçbir zaman ciddi şekilde ele alınmamıştı. Rus Baş Kumandan Abzekhler’in, Şapsığlar’ın ve Ubıhlar’ın bu öneriyi asla kabul etmeyeceğini ve tamamen yenilene kadar savaşacağını biliyordu.
Kuzey Kafkasya’da kalan birkaç bin Çerkes’in sorun olduğu inancıyla Yevdokimov, kalanların sayısını azaltmak üzere bilfiil çalışmaların başında bulundu. Sayısı bir milyonu aşkın Rus karşıtı Çerkes’in Kuban’ın kuzeyine yerleştirilmesinin samimi bir teklif olması mümkün olamazdı. Bunun ötesinde Rusya’ya boyun eğmiş olan kabileler zaten çoktan Karadeniz kıyılarına sürülüp Türkiye’ye gönderilmişti.
Kuban Nehri’nin kuzeyine doğru ilerleyen bir milyonun üzerinde Rus karşıtı Çerkes’in varlığının elbette sevinçle karşılanması söz konusu değildi. Dahası Rusya’ya gönderilmiş olan kabilelere önce kıyı bölgeye daha sonra da Türkiye’ye gönderilmek haricinde hiçbir seçenek sunulamazdı.” [7]
Kafkas Orduları Kumandanı Prens Michael Nicolaevich Savunma Bakanı’na 1857 yılında yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Bu savaşın sona ermesi için Karadeniz’in doğu kıyılarında kalan bölgelerin tamamen arındırılması ve dağlıların Türkiye’ye sürgünü şarttır”. [8]
Rus askeri birliklerinin Çerkes köylerine düzenlediği saldırılar ve köyleri ateşe vermeleri sebebiyle Çerkeslerin dağlara kaçtığı, kuşatılanların ise kıyılara sürüldüğünü doğrulayan pek çok kaynak mevcuttur.
Bu olaylara tanık olan Mikhail Venyukov yaşananları şöyle aktarmaktadır:
“Savaş, acımasız, amansız bir şiddetteydi. Adım adım ilerledik, askerlerin adım attığı her alanda son insan yok edilene kadar dağlıları geri döndürülemez şekilde temizledik. Karlar eridiğinde, daha ağaçlar yeşillenmeden dağlıların bulunduğu köylerdeki yüzlerce insan yakıldı… Atlarımızla ekinlerini imha edip, çiğnedik. Köylüleri hazırlıksız yakalayabilseydik, onları Karadeniz’e oradan da daha uzağa Türkiye’ye gönderirdik… Bazen… Barbarlık sınırında vahşet uygulandı.” [9]
Venyukov’un sözleri Çerkeslerin sürgün edilme planını teyit etmekle kalmıyor aynı zamanda bu planı hayata geçirmenin ne denli canice olduğunu da gözler önüne seriyor. Çerkeslerin sürgün edilmesi sürecinde doğrudan katledilmeleri ya da soykırıma neden olacak ihmallerle güvenliklerinin tehlikeye atılması üç aşamada gerçekleştirilmiştir: Çerkeslerin evlerinden ve köylerinden çıkarılması, kıyı bölgelere sürülüp kamplara konulması, Osmanlı Türkiye’sine yolculukları ve varışları.
Venyukov’un yukarıda da doğruladığı üzere, tarihsel kayıtlarda tüm bu aşamalarda gerçekleştirilen vahşetin yeterli sayıda kanıtı bulunmaktadır.
General Delpotso, General Yermolov’a yazdığı mektupta, Tramov köyünün yok edilmesi görevinin başarıyla tamamlandığına ilişkin üstüne bilgi aktarıyor:
“[…] Gece birlikler köyü dört bir yandan kuşattı ve ateşe verdi. Köylülerin büyük bir çoğunluğu katledilirken, köylülere ait at sürülerine ve büyük baş hayvanlara el koyuldu.” [10]
17 Mart 1864 İngiliz Konsolos Dickson’ın, Souhum Kale’den gönderdiği rapor şöyledir:
“Yaklaşık yüz Abzekh’in yerleşik olduğu Soobashi Nehri’nin üzerindeki Toobah köyü bir Rus müfrezesi tarafından ele geçirildi… Köylüler teslim olduktan sonra… Rus birlikleri tarafından tek bir canlı bırakılmadan katledildi. Kurbanlar arasında doğuma yaklaşan iki hamile kadın ve beş çocuk bulunuyordu.” [11]
Çerkeslerin tahliyesini hızlandırmak üzere açlık ve salgın hastalıklar sistematik şekilde kullanılmıştır. Çerkes Soykırımı’nın öncü fikir babalarından General Veliameenov tahliye sürecini şöyle betimlemektedir:
“Düşman, yaşamını idame ettirebilmek için ekinlerine şüphesiz muhtaçtır. Her sonbaharda olgunlaşan ekinlerin yok edilmesi beş yıl içerisinde düşmanın aç kalarak teslim olmasını sağlayacaktır. Bu planın gerçekleştirilebilmesi için 6000 piyadeden, 1000 Kazak’tan … oluşan altı kıta oluşturulmalıdır...” [12]
1864 yılının Şubat ayının sonlarında, General Evdokimov güney yamaçlarda gerçekleştirilen askeri operasyonları, aynı yerde ikamet eden kabileyi tahliye etmek üzere yenilemeye karar vermiştir. Kavkazski Ordusu’nun ana karargahının lideri tarafından sözcüklere döküldüğü üzere, bahsedilen düzenleme kış geldiğinde gerçekleştirilmiştir: “Besin kaynaklarının ve köylerin yok edilişi ölümcül bir etki yaratmış; dağlılar barınacak bir yer olmaksızın, savunmasız ve son derece sınırlı gıda ile bırakılmıştır.”[13]
Çerkesleri bilerek ve isteyerek açlığa terk eden ve yılın en kötü zamanında hiçbir ön bildirim olmaksızın tahliye eden Ruslar, 1864 yılında, yine tamamen bilinçli bir şekilde bir insanlık felaketi için gerekli her türlü zemini hazırlamışlardır.
Olayların görgü tanığı olan Fransız danışman A. Fonville notlarında 1864 yılında, “Çerkesya’nın bağımsızlık savaşının son yıllarında” yaşananları şöyle tarif etmektedir:
“Bu talihsiz halkın yoksulluğunu mahrumiyetini yakından gördük, her gün, silahlı kuvvetler tarafından henüz işgal edilmemiş olan alanlara sürgün edilen yeni dağlılarla tanıştık. Yağan son yağmurlar ve meydana gelen sel felaketleri bu göçmenlerin büyük bir kısmının yaşamını kaybetmesine sebebiyet verdi. Geçtiğimiz yollarda mütemadiyen cesetlerle karşılaştık. Kıtlık korkunçtu, sarp bölgelere kurulan Çerkes köylerinde ağırlandık fakat buralardan da bu köylerde yaşayan nüfusu neredeyse tamamen yok eden salgın hastalıkların bulaşma tehlikesinden ötürü kaçtık.” […]
“Halkın felaketi büyüdü ve göçmenlerin sayısı giderek arttı. Ruslar her yanda işgaller gerçekleştirirken, işgal edilen topraklarda yaşayanlar da köylerinden sürüldüler. Açlıkla başa çıkmaya çalışan yerliler ülkede farklı yönlere dağıldılar. Sürgün edilen kitleler, donan ve kar boranlarıyla üstleri örtülen hasta ve ölülerini yolda bıraktılar. Göçmenlerin yolda bıraktığı kanlı izler ile karşılaştık. Kurtlar ve ayılar karı kazıyor insan cesetlerini ortaya çıkarıyordu. “ [14]
Başka bir katılımcı olan I. Drodzov 1864 yılında tahliyeyi şu şekilde tanımlamıştır:
“Şubat’ın sonunda, dağlıların tahliyesine nezaret etmek ve gerekirse onları zorla sürmek üzere Pshekhski Müfrezesi, Marta Nehri’ne konuşlandı. Ürkütücü bir manzara gözlerimizin önündeydi: Parçalara ayrılmış çocukların, kadınların ve yaşlı adamların cesetleri etrafa saçılmış, köpekler tarafından parçalanmış; açlık ve hastalıklar nedeniyle bir deri bir kemik kalmış göçmenler, yorgunluktan yere düşmüş, hala yaşayanlar ise aç köpeklerin avı haline gelmişti.” [15]
Rus askeri kayıtlarının da açıkça işaret ettiği üzere, üst rütbeli Rus askerlerin Çerkeslerin sürgün edilme sürecinde yaşanan felaket konusunda son derece kapsamlı bilgi sahibi olduğu bilinmektedir. Çerkes bilim insanı R. Traho’ya göre 1865 yılında Rus General Fadayev Kafkasya hakkında yazdığı mektuplarda, Kont Yevdokimov’un da naklettiği şekilde şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Kont Sumarokov’a her raporunda yolları kaplayan donmuş bedenleri neden sürekli anımsattığını sordum. Prens ve ben gerçekten bunu bilmiyor muyuz? Fakat bu büyük talihsizliği kim yaşanmamış gibi geri çevirebilir ki?” [16]
Kalan Çerkesler bastırılıp, kıyıya sürüldükçe açlık ve hastalığın etkileri hızla daha ölümcül hale geldi. Çarlık Rusyası’nın resmi tarihçisi A. P. Berzhe, Çerkeslerin yüzleştiği korkunç şartları gören bir başka tanıktı.
Stephen Sheinfied’e göre, Berzhe yaşananları aşağıdaki şekilde özetlemiştir:
“Novorossiisk [Yeni Rusça] Koyu’nda toplanan yaklaşık 17 bin dağlının üzerimde yarattığı kahredici etkiyi asla unutamam. Yılın ilerleyen, fırtınalı ve soğuk zamanlarında, varoluş için gereken asgari şartlardan neredeyse tümüyle yoksun bırakılan, ortalıkta kol gezen bulaşıcı, tifüs ve çiçek gibi hastalıklara maruz kalan göçmenlerin durumu umutsuzdu. Gökyüzünün altında, ıslak zeminde paçavraların içinde yatan çoktan katılaşmış cesediyle genç bir Çerkes kadınını ve yanında biri ölüm sancıları çeken diğeri ise ölü annesinin göğsünden beslenerek açlığını bastırmaya çalışan iki çocuğunu gören herkesin kalbinde bir yara açılmaz mı? Hayatımda neredeyse hiç böyle bir sahne ile karşılaşmamıştım.” [17]
Rus gazeteci Jacob Abramov, 1884 yılında basılan “Kafkas Dağlıları” isimli kitabında yaşananları şöyle aktarmaktadır:
“Nakliye filosunun neredeyse yarım milyon insanı nakletmekte son derece yetersiz kalması nedeniyle dağlılar Anapa ve Novorossiisk’in yanı sıra Karadeniz kıyılarındaki küçük koylarda hiçbir mülkiyetleri olmaksızın açık alanlarda toplandılar. Dağlıların büyük bir çoğunluğu sıralarının gelmesini altı ay, bir yıl ve hatta bir yıldan uzun bir süre beklemek durumunda kaldı. Tüm bu esnada deniz kıyısında, açık havada yaşamak için gereken her türlü ihtiyaçtan mahrum bir halde beklemek zorunda kaldılar. Binlercesi açlıktan kırıldı. Kışın açlığa bir de soğuk ekleniyordu. Karadeniz’in kuzeydoğu kıyısını dolduran cesetler ve ölmekte olanların yanı başında Osmanlı’ya gönderilmeyi acı içinde bekleyenler aşırı derecede düşkün durumdaydı. Diğer görgü tanıkları da gördükleri korkunç manzarayı benzer şekilde tarif etmektedir.” [18]
“Hayatta kalan Çerkeslerin çektiği sonu gelmez acı, Osmanlı’ya gönderilmeleri ve ulaşmaları sırasında da devam etti. Tüm gemileri, tayfa da dahil olmak üzere etkisi altına alan salgın hastalıkların boyutu o kadar ilerlemişti ki göçmenleri varacakları noktaya daha ulaştırmadan tarih sahnesinden sildi. Açlık, hastalık, istiflenmiş gemiler dudak uçuklatıcı rakamlarda ölüme sebebiyet verdi. Bir süre sonra hastalık öyle bir boyut kazandı ki Rus gemileri Çerkesleri taşımayı reddeder hale geldi.” [19]
Drozdov şöyle yazmıştır:
“İki kıyı arasında yapılan yolculukta dağlı nüfusunun neredeyse yarısı hayatını kaybetti. Bu gibi felaket niteliğindeki trajedilerin dünyada eşine pek rastlanmamıştır. Fakat kızgın Dağlıları erişimin ve ulaşımın olmadığı dağlardan koparmanın tek yolu vahşet ve korkuydu.” [20]
Deniz yolculuğu sırasında yaşanan ölümler Fonville tarafından teyit edilmiştir:
“Denizciler açgözlüydü. 50-60 kişilik kapasitesi olan gemilere 200-300 kişi alıyorlardı. İnsanlar çok az ekmek ve suyla bırakıldılar. 5-6 gün içerisinde tüm gıda tükendi ve açlık nedeniyle hastalık yayılmaya başladı. İnsanlar (Ç.N. Çerkesler) Osmanlı İmparatorluğu’na giderken ölüyor, ölenler denize atılıyordu. 600 kişiyle yola çıkan gemiden seyahati yalnızca 370 kişi canlı tamamlayabilmişti.” [21]
Stephen Shenfield, deniz yolculuğunu ve Çerkes Soykırımı’ndan sağ çıkanların Osmanlı İmparatorluğu’na varışını şu sözcüklerle aktarır:
“Bu çileden sağ çıkanlar, Rus askerler tarafından tekrar tekrar doldurulan ve mümkün olduğunca fazla yolcu taşıyan mavnalara, küçük Türk ve Yunanlı gemilere kitleler halinde sürülüyordu. Bu taşıtların pek çoğu açık denizde battı ve yolcular hayatlarını kaybetti. Yolculuktan sağ çıkanlar ise Türkiye’ye geldiklerinde farklı bir manzara ile karşılaşmadı. Türk hükümetinin göçmenleri kabul etmek ve yerleştirmek üzere yaptığı düzenlemeler son derece yetersizdi.” [22]
13 Haziran 1864 tarihinde “The Times” gazetesi tarafından basılan “Çerkes Sürgünü” dosyasına göre, Sıhhi Denetçi Dr. Barozzi, Samsun’dan Osmanlı İmparatorluğu Sağlık Kurulu’na aşağıdaki notları rapor etmiştir:
“Şanssız göçmenlerin ve kentin durumunu tarif etmeye sözler yetersiz kalıyor. […] Her yerde hastalarla, ölmekte olanlarla ve ölülerle karşılaşıyorsunuz. Her konut, her köşe başı, her nokta göçmenlerin bulunduğu birer enfeksiyon yuvasına dönmüştür.”
Acı çeken Çerkes Soykırımı kazazedelerine yardımcı olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nu uyarmaya çalışan Dr. Barozzi raporuna aşağıdaki notlarla devam ediyor:
“Göçmenlerle kimse ilgilenmiyor, ölülerin gömülmesi için hiçbir hizmet organizasyonu yapılmıyor […] Kampın durumu da aynı derecede korkunç. Kamptaki 40-50 bin kişi büyük bir yoksunluk içinde, açlıktan bitmiş, ölümden muzdarip, ekmeksiz, sığınacak ve ölülerini gömecek bir yer bulamaz halde. […] Şuan kampta 70 ile 80 bin arasında göçmen bulunuyor. Birkaç gün içerisinde bu rakam iki katına çıkacak.” [23]
Varna’da başka bir görgü tanığı benzer bir durumu şu sözlerle tarif etmiştir:
“Tifüs ve sıtma şikayetleri ile 80 bin Çerkes’i Varna liman kentine getirdiler. Hastalıklarla mücadele etmek için doktor, ilaç, gerekli temel hijyenik koşullar ya da temizlik unsurları mevcut değildi. Göçmenler karantinaya alındı. Fakat bunun aslında bir anlamı yoktu zira hastalık, getirilmiş olan herkese çoktan bulaşmıştı. Karadeniz sahili hastalıktan yaşamını yitirenlerin cesetleriyle doldu. Başlarda Türkler ölenleri gömüyordu, ancak ölü sayısının iyice artmasıyla birlikte durumla başa çıkamayacaklarını anlayarak defne yardım için mahkumlar getirildi. Fakat böyleyken dahi durumla başa çıkılamadı. Cesetleri denize atmaya başladılar. Güneş battıktan sonra askerler Çerkesleri şehir dışına çıkarıyordu ancak her sabah onları yaşamaları için gerekli şeyleri bulabilmek umuduyla çöp karıştırırken görmek mümkündü. Hayatta kalanlar ancak uzun bir süre sonra ekmek bulmanın yollarını öğrendi.” [24]
Çerkeslerin kıyıda kitleler halinde ölümü, Türkiye’ye sürgün yollarında gemi yolculuğunda denizde ve Türkiye’ye vardıktan sonra hayatlarını kaybetmeleri, bu olayların soykırımın en dikkat çekici ve katkısız formu olduğu; yok etme amacıyla gerçekleştirilen bir imha eylemi olduğu söylenebilir.
Zira bahsedilen Çerkesler yenilmiş, tamamen çaresiz ve hiçbir şekilde tehdit unsuru olamayacak durumdaydı. Rusya esasen hedefine ulaşmış ve Çerkesler ülkeleri dışına sürülmüştü. Çerkesleri zapt altına almak için uygulanan açlık ve mahrumiyet politikasına artık gerek kalmadığı söylenebilir. Çünkü bu noktadan sonra Çerkeslerin ölümleri Rusya için hiçbir stratejik amaca hizmet etmemekteydi. Fakat öte yandan Çerkesler yemek, barınak ve tıbbi yardım yoksunluğu nedeniyle yaşamlarını kaybediyordu. Yapılanlar, Çerkesleri ölüme terk etmenin haricinde hiçbir amaca hizmet etmiyordu. Keza Ruslar yüzlerce, binlerce Çerkes’in yok oluşunu soğukkanlılıkla izledi.
Sonuç itibariyle bu siyasi kampanyanın sadece son iki yılında tahmini olarak 650 bin; kampanyanın sürdürüldüğü yılların tamamında ise 2 milyonun üzerinde Çerkes yaşamını yitirmiştir. 1864 yılında İngiliz Konsolos Dickson temizleme kampanyasının başarısını şunları yazarak doğrulamıştır:
“Nüfusundan arındırılan anavatanları daha sonra Slavik Rusya’dan gelen göçmenlerle doldurulacak şekilde boşaltıldı. Kafkasya’nın bir zamanlar iskan edilmiş bölgelerinde tüm gün boyunca dolaşıp tek bir canlı insana rastlanmadığı rapor edilmiştir.” [25]
1864 yılının Mart ayında Prens Michael Nicolaevich savunma bakanını aşağıdaki şekilde bilgilendirmiştir:
“Kuzeydeki dağlık alandan, Laba Nehri’nden batısına kadar ve güneydeki dağlık alanı (Kuban’ın ağzından Tuapse’ye kadar) da içine alacak şekilde bir alan düşman nüfustan arındırılmıştır.” [26]
21 Mayıs 1864 tarihinde Çerkeslerin zaptedilmesi ve temizlenmesini kutlamak üzere Soçi’de askeri geçit düzenlendi.
Alman bilim insanı Irma Kreiten’in Kafkasya’nın “son zaptı” hakkında vardığı sonuçlar aşağıdaki gibidir:
“Yerli nüfusun yok edilmesi niyeti normal şartlar altında yerel iş gücü sömürüsü hedefiyle birlikte değerlendirilirken; Rus resmi mercileri, Kuzey Kafkasyalıları, imparatorluğa faydası olmayan ve tehtid içeren dolayısıyla da kurtulunması gereken bir nüfus olarak görmüştür.
Rusların soykırım şiddeti konusunda ne kadar ileriye gittiklerini soracak olursak alacağımız yanıt zamanın koşullarıyla değerlendirildiğinde, olabilecek en üst boyutta olacaktır. Bu anlamda Kuzeybatı Kafkasya’nın “son zaptı”, soykırımsal “son çözüm” ile eş koşullara sahip olarak değerlendirilebilir.” [27]
Modern Soykırım
Çerkes soykırımı 150 yıl önce yaşanmış olsa da, soykırım faillerinin yani mevcut Rus liderliğinin hala aynı siyasi duruş ve zihniyeti yaygınlıkla benimsemesi açısından tarihte yaşanmış soykırımlar arasında benzersiz bir yere sahiptir.
Rusya’nın Çerkes Soykırımı’nı kabul etmemesi soykırıma yönelik herhangi bir pişmanlık duymadığının kanıtı niteliğindedir. Çerkeslerin kitleler halinde katledilmesi bugün yalnızca tarihsel bir olgu olarak ele alınsa da, günümüzde geçerli olan Etnosid’e (Ç.N. Kültürel Soykırım) yönelik politikaların takip edilmesi soykırımın bir uzantısı ya da formu olarak değerlendirilebilir.
Raphael Lemkin’in ifade ettiği gibi:
Genel tabiriyle soykırım, toplu katliamları saymazsak, bir ulusun derhal imhası anlamına gelmemektedir.
Soykırım, ulus olarak nitelendirilen gruplara ait hayati kurumların kasten yok edilmesi yoluyla ve grupların imha edilmesi hedefiyle hayata geçirilen çeşitli faaliyetlerin bütünü ve koordine edilmiş bir plan olarak algılanmalıdır. Bu tarz bir planın hedefleri kapsamında, ulus niteliğindeki grupların kültür, dil, ulusal değerler, din ve ekonomik alandaki varlığına ilişkin çalışmalar yapan siyasi ve sosyal kurumların parçalanması; gruplara ait bireylerin güvenlik, özgürlük, sağlık, itibar ve hatta yaşama haklarının yok edilmesi gibi unsurlar yer almaktadır. Soykırım, ulus niteliğindeki gruplara bir bütün olarak yaklaşır ve bu çerçevede, bireysel varlıklarından dolayı değil ulus niteliğindeki gruba aitlikleri nedeniyle bireylere karşı gerçekleştirilen faaliyetleri içerir.
Rus-Çerkes Savaşı’nın bitmesinin ardından, kültürel imha süreci değişken şiddetlerde ve yaklaşımlarla sürdürülmektedir. Çerkeslere yönelik kültürel imhanın temel mekanizmaları coğrafi, kültürel, demografik, ekonomik, tarihsel ve son zamanlarda çevresel başlıklar altında sınıflandırılabilir. En sorunsuz zamanlarda dahi en az bir başlık altında çalışma yapan ilgili mekanizmaların, son yıllarda Etnosid’i daha geniş çaplı, şiddetli ve kapsamlı şekilde uygulanması için odağını yoğunlaştırdığı gözlenmektedir.
Etnosid çerçevesinde yürütülen politikaların en tehlikelisi kültür ve tarih başlıkları altında hayata geçirilenlerdir. Kültürün devamlılığının sağlanması ve korunması adına dilin önemi pek çok insan için tartışılmaz niteliktedir. Günümüzde Çerkes dilinin durumu istikrardan yoksun olarak değerlendirilebilir. Güncel tahminler, diasporadaki Çerkeslerin sadece yüzde 20’sinden azının ana dillerini konuşabildiği yönündedir. Bu oranın bir sonraki nesilde tek haneli rakamlara düşeceği; iki nesil sonra da kaybolacağı tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, anavatanda dil eğitimi veren güvenilir kaynakların sağlanması hayati önem taşımaktadır. Maalesef bunun tam tersi bir durum geçerliliğini korumaktadır.
Çerkes dilinin kullanımına ilişkin standart yönergeler yok edilmiştir. Çerkesçe eğitimi okul ya da üniversitelerde artık zorunlu tutulmamaktadır. Çerkesçe seçmeli dersleri de haftada iki ila dört saate indirilmiş; bazı okullarda ise bu ders tamamen kaldırılmıştır. Anadil eğitiminin verilmemesi, Çerkes nüfus merkezlerinin bölünmeye devam etmesi ve vatana geri dönüş taleplerine getirilen şiddetli kısıtlamalar bir arada değerlendirildiğinde Çerkes dilinin saatli bir bombayla karşı karşıya olduğunu söylemek mümkündür.
Çerkes cumhuriyetlerinde Çerkes tarihi dersleri verilmemektedir. Çerkes konusu, Rusya’nın tarihte Çerkesleri uygarlaştırma sürecinde bir güç olduğu ve Çerkeslerin anayurttan çıkarılması ya da çektiği acılardan sorumlu tutulamayacağı anafikrini geliştirme ve koruma düsturu ile aktarılmaktır. Ayrıca, Çerkeslerin bölgenin yerli halkı olduğundan ve Rus-Çerkes Savaşı’ndan da bahsedilmemektedir. İşin özüne bakıldığında Çarlık Rusyası’nı Çerkeslere karşı işlenen suçlardan aklamak için bir dizi efsanenin yaratıldığı görülmektedir. Artık kurumsallaşan bu efsaneler öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, kategorik olarak bu yaklaşımı çürüten tarihsel kayıtlara rağmen, bazı Çerkesler dahi bu söylemlere inanmaktadır.
Bu Rus efsaneleri, Çerkeslerin gönüllü olarak göç ettiği, 16. yüzyılda Kabardey ve Rusya arasında gönüllü bir birleşme olduğu, 18. yüzyıl ortalarında Çerkes isyanının İngiliz ajanlar tarafından ateşlendiği gibi söylemlerden oluşur. Söz konusu efsaneler soykırımı reddetmek için kullanılan temel araçlardır. Bu nedenle tarihsel kayıtların düzeltilmesi ve gerçek tarihimizin iadesinin talep edilmesi, Rus resmi mercileri tarafından bilimsel ya da sosyal bir görev olarak değil, Rusya yönetimini devirmeye yönelik faaliyetler olarak algılanmaktadır. Haritaların ya da halkların resmi coğrafi bölgelerine ilişkin göstergelerin değiştirilmesi, anayurtta kalan Çerkeslerin daha hızlı ve bütünüyle asimile edilmesini ve yurttaşlık kavramına ilişkin ögelerin ortadan kaldırılmasını sağlayan etkin bir araç olarak kullanılmaktadır. Tarihin en büyük etnik temizliklerinden birine şahit olan tüm kıyı da dahil olmak üzere Çerkesya’nın batı kısmı Krasnodar Krai olarak geçmektedir. Harita üzerinde Çerkesya diye bir bölgeye yer verilmemektedir. 19. Yüzyılın başlarına kadar yüzde yüz Çerkes yerleşkesi olan bölgede bugün Çerkesler nüfusun sadece yüzde birini teşkil etmektedir.
1950’li yıllara kadar Çerkes Şapsığya bölgesi olarak adlandırılan bölge Krasnodar Krai’ye dahil edilerek ortadan kaldırılmıştır. Son olarak Adigey Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırma girişimi 2006 yılında gündeme gelmiş; fakat dünya çapında Çerkeslerin şiddetli itirazı sonucu süreç durdurulmuştur. Adigey Cumhuriyeti, Krasnodar Krai ile tamamen çevrelenmiş ve tarihi sınırıyla Çerkesya’dan izole edilmiştir. Çerkesya’nın geri kalanı Stavrapol Krai Bölgesi, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar Cumhuriyetleri’ne ayrıştırılmıştır.
Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar gibi yapay cumhuriyet isimlerini dayatma politikasının amacı; birbiriyle etnik olarak bağ taşıyan Karaçay ve Balkar halklarını maksatlı bir şekilde önce Çerkeslerden ayrıştırıp daha sonra bu isimleri asılsız şekilde kategorize edilen Çerkes ve Kabardey adlarıyla yeniden birleştirerek Çerkesya’da milli kimliğin oluşmasını engellemektir. Bu kolonyal parçala ve yönet politikasının klasik bir taktiğidir.
Tüm bu idari coğrafi güdümlemeler sonucunda, bir bütün olan Çerkes halkı günümüzde nüfus tahriri hedefleriyle onlarca kimliğe bölünmüştür. Bu adlandırmaların hiçbiri “Çerkes” etnik tanımının tam manasıyla karşılığı değildir. Bunun yanında Rus nüfus sayımına göre tarihsel Çerkesya’da yaşayan Çerkes yoktur. Bu tip bir kategorizasyonun amacı, Çerkesler arasında paylaşılan yurttaşlık bağını koparmakla kalmayıp; dünyada 700 bin kişinin üzerinde varlık gösteren etnik bir grubun anayasal federasyon oluşturması için gerekli siyasi etkileşimi de zayıflatmaktır.
Onlarca yıldır sürdürülen bu demografik çarpıtma stratejisi, Çerkeslere ilişkin daha güncel politikalarla karşılaştırıldığında taşıdığı önemi yitirmektedir.
2010 yılının başında Moskova, Kuzey Batı Kafkasya’yı iki ayrı “yönetim bölgesi”ne ayırdı: Güney Federal Bölgesi ve Kuzey Kafkasya Federal Bölgesi. Krasnodar Krai ve Adigey Cumhuriyeti güneyde yer alırken; Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar Cumhuriyetleri ise Çeçenya, İnguşetya, Osetya ve Dağıştan gibi sıcak bölgelerle bir grupta toplanmıştır. Bu federal bölümleme, Rusya için Soçi ve Karadeniz’deki hakimiyetini kuvvetlendirmek ve Çerkes özerk cumhuriyetlerini daha fazla bölmek üzere atılmış etkin bir adımdır. Uygulanan değişiklik, resmi olarak yönetimsel yeterliliklerin sağlanması ve bölgedeki ekonomik kalkınmanın desteklenmesi kisvesi altında kamunun bilgisine sunulsa da, gerçekte Çerkes halkını daha fazla bölmek niyetinin bariz bir göstergesidir.
Çerkes ulusunun daha büyük bir erozyona uğraması için demografinin kullanılmasına yönelik en göze batan politika, etnik Rusların Kuzey Kafkasya’ya göç ettirilmesi ve etnik Kuzey Kafkasyalılar’ın da Rusya’nın diğer taraflarına yerleştirilmesi olarak gösterilebilir. Bu uygulamanın resmi hedefi, Kuzey Kafkasya’daki ekonomik kalkınmayı teşvik etmektir. Öte yandan Rusya, Kuzey Kafkasya ve özellikle Çerkeslerin genel durumuna bakıldığında uygulamanın asıl amacı ortaya çıkmaktadır.
Son yirmi yılda Rus nüfusunda endişe verici bir düşüş olduğu tespit edildi. Bu konu Rusya için o derece önemli ki 2011 yılında Vladimir Putin, konunun çözümü için, önümüzdeki dört yılda alınacak önlemlere yönelik 1.5 trilyon ruble (54 milyar dolar) ödenek ayırmıştır. Bu sırada eşzamanlı olarak, Çerkes Diasporası da, Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından giderek artan bir ivmeyle anavatana dönmeye çalışmaktadır. Rusya vatandaşı olarak anayurtlarının kalkınmasına destek vermek isteyen eğitimli ve deneyimli Çerkeslerin oluşturduğu kitle göz ardı edilmekle kalınmamakta, bu konuda gerçekleştirilen girişimler de engellenmektedir. Anavatanına dönmek isteyen Çerkeslerin sayısına da her yıl ciddi kotalar getirilmektedir.
Görünüşe bakılırsa tesis kurma, eğitimi iyileştirme, alt yapı yatırımı gibi geleneksel kalkınma yöntemleri mevcut yönetimlerce Kafkasya’nın yapısına uygun bulunmuyor. Bunun nedeni, bu tip stratejilerin Çerkes cumhuriyetlerini izole edilmiş ve Moskova’ya muhtaç durumdan kurtaracak olmasıdır. Kafkasya için hazırlanan her türlü ekonomik kalkınma stratejisinin yukarıda bahsedilen nüfus göçü planına tam manasıyla uyacak şekilde Çerkes kültürünün imhasının devamlılığını sağlama yaklaşımı ile mükemmel bir uyum göstermesi gerekmektedir.
Bu planın altında yatan gerçekle ilgili herhangi bir şüphe duyuluyorsa şayet, Kuzey Kafkasya Federal Bölgesi’ne yeni atanan vali Alexander Kholoponin’in açıklamaları bu şüpheleri bertaraf edecektir. Atanmasından kısa bir süre sonra Kholoponin ilk hedefin, Moskova’nın etnik Rusların Kuzey Kafkasya’ya geri dönüşüne ilişkin çabalarının bir uzantısı olarak Kazaklar’ın yeniden canlanmasına destek vermek olduğunu beyan etti. Vladimir Putin’in yükselişinden bu yana Kafkasya’nın Ruslaştırılması politikası aşikar bir hal almış ve genel anlamıyla kültür imhasına ivme kazandırılmıştır.
Soykırımın yanı sıra hayata geçirilen belirli bir grubun insanlıktan uzaklaştırılması gibi politikalar Rusya’da kabul edilebilir karşılanmaktadır.
Orta Asyalı göçmen işçilerin yanı sıra Kafkasyalılar da Rusya’da ‘öteki’leştirilmiştir. Pek çok Kuzey Kafkasyalı, bulundukları bölgede mevcut olmayan ekonomik imkanlara erişim sağlamak üzere Moskova’ya ya da St.Petersburg’a taşınmak durumunda bırakılmıştır. Son yıllarda bu insanlara karşı duyulan düşmanlık giderek artmıştır. Bunun sonucu olarak Kuzey Kafkasyalılar kendilerini çetin bir ikilem içerisinde bulmaktadır. Zira, Rusya Federasyonu’nun parçası olan anavatanlarının kaderlerini belirleme ya da ekonomilerini uygun olduğunu düşündükleri yönde iyileştirme hakkına sahip değilken; etnik Rus nüfusunun olduğu bölgelerde yabancı olarak görülüp, sert nefret suçlarına maruz bırakılmaktadırlar.
Bu tip suçları izleyen Moskova merkezli örgüt Sova, Rusya’daki radikallerin bu yıl şimdiden 57 kişiyi öldürdüğünü; 117 kişiyi ise yaraladığını kaydetmektedir. Yılın yalnızca ilk altı ayında işlenen nefret suçlarının, 80 kişinin yaşamını yitirdiği 2007 yılından çok daha fazla olduğuna işaret ediliyor. Sova bu suçların, medyada nadiren yer alması ve kanuni yaptırımların konuya ilişkin bilgileri saklama konusunda özen göstermesi itibariyle gerçek rakamının çok daha yüksek olduğunu tahmin etmektedir. Öte yandan bu vakaların hüküm giyme ile sonuçlandığı da nadir şekilde görülüyor. Mevcut dokunulmazlık ortamı Kuzey Kafkasyalılar’ı “öteki”leştiren, daha kötüsü de etnik Rusların yaşam standartları ve güvenliği için bir tehdit unsuru olarak gösteren yaklaşımı beslemekten başka bir işe yaramıyor.
Resmi mercilerin en yüksek kademelerinde de bu yaklaşım benimsenmektedir. Bir futbol maçı sonrası çıkan bir kavga esnasında Kuzey Kafkasyalı bir zanlının, diğer taraftar grubuna mensup önemli bir kişiyi öldürmesinin ardından başlıca Rus kentlerinin pek çoğunda kitlesel protestolar sokağa taştı. Dört kişinin yaşamını kaybettiği protestolarda Başbakan Putin sürekli olarak saldırıya maruz kalan azınlık grupları korumak yerine kurbanın mezarına çiçek bıraktı; Moskova Emniyet Müdürü ülkedeki suç oranının yüzde 70’inden azınlıkları sorumlu tuttu ve azınlıkların haftada ortalama iki kişinin katledildiğinden bahsetmedi.
Lemkin’in soykırım tanımındaki “Ulus olarak nitelendirilen gruplara ait hayati kurumların yok edilmesi yoluyla ve grupların imhası hedefiyle hayata geçirilen çeşitli faaliyetlerin bütününü teşkil eden ve koordine edilmiş bir plan” ifadesine dönecek olursak, Çerkeslere yönelik olarak 150 yıl önce uygulanan soykırımın bugün hala sürdüğü söylenebilir. Daha önemlisi, bu tip politikaların halka empoze edilmesi için sıklıkla gereken kamu algısı (hedef gruba karşı beslenen güvensizlik, korku ve insanlıktan uzaklaştırma) failler tarafından etkin şekilde oluşturulmaktadır.
İnsanlığa karşı işlenen suçlar tüm insanları etkilemektedir. Dolayısıyla sürdürülen soykırım ya da Etnosid süreçlerinde herkesin bir rolü var demektir. Bugün Çerkesler’e karşı sürdürülen Etnosid, süreçle eş zamanlı olarak tüm aktörlerin durumunu analiz etmek isteyenlere bu tip olayların bugün hala yaşanıyor olduğunun anlaşılması ve bu durumun önlenip durdurulması için bir fırsat sunmaktadır.
Genel olarak aktörleri, gerçek failler, suç ortakları, yataklık yapanlar, gözlemciler, muhaliflerin ve kurbanların yer aldığı bir portrede kategorize edebiliriz. “Gözlemci” başlığının aslında var olmaması gerektiği bu noktada öne sürülebilir. Fakat insanlığa karşı işlenen suçlarda bir birey, grup, örgüt, kurum ya da ülke, farkındalığına karşın işlenen suça karşı duruş sergilemiyorsa, suça en azından yataklık yapmış demektir. Pek çok sebepten ötürü bu tam manasıyla adil ve doğru bir değerlendirme olmayabilir. Bazı zamanlarda karşı duruş sergilemenin ve faillerin suç işlemesini engelleme girişiminde bulunmanın ağır bedelleri olabilir. Bazı adımlar atıldığında ve bunun bedeli ödendiğinde bir denge ortamı oluşsa bile anlamlı bir değişikliği tetiklemek ya da karşı duruş sergileyen taraf için kabul edilemez sorunlar yaratmak, durumu değiştirmek için mümkün olmayabilir.
Bu durum ulus-devletlerde sıklıkla görülmektedir. Uluslararası çeşitli kurumlar tarafından sayısız kere kınanan Rusya örneğine bakıldığında, çok az bir değişimin hayata geçirilebildiğini görmek mümkündür. Buradan hareketle Rusya özelinde pek çok ulus enerji güvenliği kaygısı yaşamaktadır. Bundan dolayı, bu sorunla ilişkili olarak, Etnosid’e bilerek ve isteyerek gözlemci kalanları “yataklık yapan” ve “suç ortakları” kategorilerinde değerlendirmeye devam edeceğiz.
Dünya çapında bu rolü diğerlerinden çok daha fazla üstlenen özellikle bir kurum olduğunu görüyoruz. Aslında söz konusu kurum Çerkes sorunu konusunda “yataklık yapan” kategorisinden “suç ortağı” kategorisine geçiş yapmıştır. Kurumun adı Uluslararası Olimpiyat Komitesi’dir (IOC).
Olimpiyat oyunları hakkında tekrar tekrar gündeme gelen eleştirilerin arasında: Varlığın vergi ödeyenlerden şehir planlamacılarına aktarılması, oyunların yapılacağı alanda ikamet edenlerin yerlerinden edilmesi, çevresel ve ekolojik katliam ve ciddi insan hakları ihlallerinin aklanması yer almaktadır.
Almanya’da düzenlediği Olimpiyatlarda Naziler’in, 2008 yılında Çin’in yaptığı gibi Rusya da 2014 yılında dünya kamuoyu gözünde itibarını artırarak, işlediği son derece ciddi insan hakları suçlarından aklanacaktır. 1936 yılı Berlin Olimpiyat Oyunları, Naziler tarafından Almanya’yı, barışçıl ve hoşgörülü bir ulus olarak resmetmek üzere kullanılmıştı. Bu esnada Almanya’da istenmeyen Yahudiler, Romanlar ve diğer halkların katline ise çoktan başlanmıştı. İlk kalıcı Nazi toplama kampı 1933 yılında Dachau’da, Olimpiyat oyunlarından 3 yıl önce, kurulmuştu. Yahudilerin Olimpiyatlara katılmasına da izin verilmemişti. [28]
Çok daha yakın bir zamanda, Çin de Olimpiyatları ülkeye modern, açık ve dostane bir görünüm kazandırmak, yeni ve farklı bir portre çizmek için kullanmıştır. Çin’le özdeşleşen özgürlüklerin ve insan haklarının ciddi anlamda ihlali, Darfur’da soykırım gerçekleştiren Sudan rejimine verilen destek, Tibet’in işgali ve yapılan Etnosid konuları bu yükselen ekonomik süper gücün gözle görülür başarılarına duyulan hayranlıkla gözden silinmiştir. Bu örnek, IOC’nin yarattığı büyük etkinin önemli kanıtlarından biridir. Bir kurum, uluslararası sporun verdiği barış ve kardeşlik mesajı altında, herhangi bir ulusun ya da kurumun sadece en iyi yönlerini milyarlarca insana göstermesine imkan tanıyorsa; bu kurumun doğal olarak dünyada bulunan en büyük halkla ilişkiler ajansı haline geldiğini söylemek mümkündür.
Söz konusu kurum, insan hakları suçları işleyen bir ulusa bu desteği verdiğinde, yalnızca ilgili ihlallerin çözümünü geciktirmekle kalmıyor aynı zamanda faillere suç ortaklığı da yapıyor demektir. Çerkes Etnosidin de olduğu gibi bu kurumun suçun işlenmesine destek olması ya da zemin hazırlaması suça ortaklık ettiği anlamına gelmektedir.
2007 yılında Çerkes STK’lar IOC’ye, Soçi’nin Kafkasya’nın son başkenti ve Çarlık Rusyası ile savaştığı son cephe olması itibariyle soykırıma ve Rusya’nın çevreye ilişkin tuttuğu kayıtlarla da teyit edilebileceği gibi daha önce rastlanmamış bir katliama sahne olduğunu, Çerkeslerin imhasına yönelik politikaları uygulamaya devam ettiğini anlatan mektuplar göndermiştir.
IOC mektuplara şu şekilde yanıt vermiştir: “Tavrımız, Olimpiyat Oyunları’nı önemli konularda yapılan tartışmaların üzerinde görmek yönündedir. IOC, örgütlenmiş spor aktivitelerinin Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapan ülkelere olumlu gelişmeler getireceği kanısındadır.”
Bu yanıt beraberinde şu soruyu getirmektedir: Hangi olumlu gelişmeler? Hangi otoriter rejim Olimpiyatlara ev sahipliği yaptıktan sonra daha özgür bir ortama kavuşmuştur? Hükümetin tüm iletişim mecralarını kontrol ettiği ve dünyada en fazla gazetecinin öldürüldüğü bir ulusta ne tartışılabilir?
Olimpiyatlar, Çerkesler için durumu iyileştirmektense, etnosidi ivmelendiren bir yapı ihtiva etmektedir ki bu ivme, tarihsel ve çevresel mekanizmalardan beslenmektedir. Çerkeslerin binlerce yıldır Soçi’de yaşamış olmasına karşın Rus yetkililer, hazırlanan tanıtım materyallerinin hiçbirinde Çerkesler’den bahsetmemek için azami özen göstermiştir. Vladimir Putin, Soçi’nin 2014 Kış Olimpiyatları’nı düzenlemeye hak kazandığı gün yaptığı konuşmada Soçi’nin yerlilerinin Yunanlılar olduğunu kaydetmiştir. Vancouver Kış Olimpiyatları’nda kurulan Soçi Evi’nde ziyaretçileri Çerkes Soykırım’ında bilfiil rol almış ve yerli nüfustan arındırılan Çerkesya topraklarına aşamalı bir şekilde yerleştirilen Kazaklar’ın hologramı karşılıyordu. Maalesef, Soçi’nin Çerkesler’den soyutlanması politikası günümüz uygulamalarıyla sürdürülüyor.
“Şöhretimiz Büyüsün” (Let Our Fame Be Great) isimli kitabında yazar ve gazeteci Oliver Bullough Soçi’yi tanımlarken “Çerkes mirasının dünyada en fazla silindiği yer” ifadesini kullanıyor. Bullough Kafkasya kıyıları boyunca Çerkesler’den hiçbir iz bırakılmadığını da vurguluyor. Dikilen anıtlar, öldürülen diğer insanlardan bahsetmemekle kalmıyor yalnızca Rus komutanları ve askerlerini temsil ediyor. [29]
Bu anıtların pek çoğunun, Çarlık Rusyası’nın sömürgeci ordusunda görevli en cani ve nefret edilen komutanlarına hitaben 1990’lardan itibaren, Çerkesleri tarihlerinden kalıcı şekilde çıkarmak üzere kuvvetlenen anlayışı yansıtmak ve Çerkes halkını aşağılamak için dikildiği de söylenmektedir.
Bu anıtlar gibi Olimpiyatlar da Rusya’nın tarihi gerçeklerden uzak istediği şekilde yeniden yazarak anlatmasına imkan vermektedir.
Milyarlarca kişinin televizyonlarda tarihin yeniden yazılışına şahit olması, birkaç yüz turistin broşür bilgilerini okumasından elbette ki farklılık teşkil etmektedir. Hele ki söz konusu olan tarih insanların hafızasından silinmişken... Öte yandan Soçi’de ve çevresindeki toplu mezarları tanıtan arşivler yakın tarihte kamuya sunulmuştur. Olimpik inşaat kisvesi altında bu mezarlar açılmakta ve tahrip edilmektedir. Şu durumda Olimpiyatlar soykırımın fiziksel kanıtlarının yok edilmesine çanak tutmaktadır.
Yerli halkların doğa ile kurdukları bağ kimliklerinin hayati bir bileşenidir. Çerkesler onlarca yıldır anavatanlarının ekolojik ve çevresel tahribatının kurbanları olagelmiştir. Nükleer tesislerin neden olduğu kirlilik nedeniyle Çerkesya topraklarında geniş alanlar tamamen verimsizleşmiştir. Federal hükümet bu kirlenmenin sağlık üzerinde yarattığı etkileri araştırmak için çok az adım atarken, bölgede kanser vakalarının giderek yaygınlaştığına ilişkin kanıtlar her gün artmaktadır. Kuzey Kafkasya’da tespit edilen lösemi gibi kan hastalıkların Moskova’da kaydedilenden otuz kat daha fazla olduğu kaydedilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü, Rusya Federasyonu’nun geneline göre kadınlarda görülen kısırlık oranlarının Kafkasya’da yüzde 25 daha yüksek olduğunu bildirmektedir. [30]
Soçi Olimpiyatları ile bağlantılı çevresel ve ekolojik yıkım, benzeri görülmemiş bir düzeye erişti. UNESCO tarafından korunan Dünya Mirası Alanları da Olimpiyat için yapılan inşaat çalışmalarından ötürü yok edildi. Hukuki olarak korunan araziler özel kuruluşların kullanımına açıldı. Rusya Greenpeace Dünya Mirası Direktörü konuya ilişkin olarak yaptığı açıklama “ Normal bir ülkede bu tip bir yıkım hiçbir şekilde kabul edilemez… Birilerinin çıkarı için kanunlar bir gecede değiştiriliyor” yönündedir. Çevre konusuna gösterilen önem öyle zayıf ki durumu takip etmekle yükümlü iki kurum olan Dünya Vahşi (Doğal) Yaşamı Koruma Fonu ve Greenpeace, Olimpiyat organizatörleri ile işbirliğine son verip doğrudan BM ile görüşmelerini sürdürmeye karar verdiler. [31][32]
IOC, “Olimpiyat oyunları, sporu, insanlığın hizmetine sunan bir yaşam felsefesidir” mottosunu benimsemektedir. Olimpiyat sözleşmesi insanlık onurunu güvence altına almaya, insanlığa hizmet etmeye ve çevreyi korumaya yönelik bağlılığını beyan etmiştir. IOC gerçek anlamda bu ilkelere bağlı şekilde hareket etmiş olması beklenirdi. Soçi sorununa yönelik olarak da anlamlı bir tavır alması beklenebilirdi. Olimpiyatlar gerçekten ciddi sorunların tartışılması ve çözülmesi için uygun ortam yaratıyorsa bizler bunun bir kanıtını görmeyi umut ediyoruz.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) IOC’ye yazdığı mektupta, Rusya’nın, 2014 Olimpiyatları’nın ev sahibi olarak seçilmesinden bu yana insan haklarında süregelen bir gerileme kaydedildiğine ilişkin kaygılarını ifade etmiştir. Son zamanlarda gazetecilere ve insan hakları aktivistlerine yönelik olarak gerçekleştirilen cinayetleri listeleyen HRW şöyle yazmıştır: Yapılan toplantılarda ve temaslarda sürekli olarak belirttiğimiz üzere ciddi insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir ortamda Olimpiyat Oyunları’nın başarıyla gerçeleştirilebileceğine inanmıyoruz… Soçi’nin birkaç yüz mil yakınlarında meydana gelen bu cinayetlere IOC sessiz kaldı… Uluslararası Olimpiyat Komitesi, içinde bulunduğu konum itibariyle bu cinayetleri kınayarak Rus yetkililerine kuvvetli bir mesaj göndermek ve bu tip suçlara hoşgörü gösterilmeyeceğinin mesajını Başkan Dmitry Medvedev’e kamu nezdinde vermek durumundadır. [33]
IOC kamu nezdinde bu soruna ilişkin kaygılarını henüz ifade etmedi. WWF ve Greenpeace tarafından gündeme getirilen çevre sorunlarına yönelik olarak da herhangi bir söylemde bulunmadı. Çerkes Diasporası tarafından yapılan kitlesel protestolar ve yazılı başvurular da görmezden gelindi. IOC, Çerkes aktivistlerin ve kültürü korumaya çalışanların öldürülmeleri ve saldırıya uğramalarına da yorum getirmemiştir. Buna karşılık IOC, Soçi 2014 bilet satışlarını geçici olarak askıya alarak Olimpiyat biletlerini karaborsada satan bireylere karşı sert önlemler getirdi.
Özellikle Soçi ve Çerkesler konusundaki kanıtlar, IOC’nin benimsediği iyi niyet efsanesini yok etmek üzere kamuya sunulmalıdır. Olimpiyatlar zararsız bir yapıdan ibaret değildir. Çoğu zaman tahribat bırakan bir yıkıcılığı vardır.
Olimpiyatlar soykırımcı rejimlerin kötü itibarlarını temizlemek için kullandıkları bir araçtan öteye geçmiyor.
Soykırımı dünya sahnesinden temizlemek için failleri mahkum etmek yeterli değildir. Soykırım bir anda gerçekleşmez. Dıştan olduğu kadar içten de beslenir. Soykırımı görmezden gelmenin bir trajedi olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Kamuya gösterdikleri yüz ne olursa olsun, soykırımı gerçekleştirme ve tamamlamanın güncel yöntemlerinin de suç teşkil ettiği ve bu yönde ele alınması gerektiğini de bu anlamda kabul etmemiz gerekiyor.
Kaynakça
[1] Report of Glazenap, April 17 (OS), 1864, Georgian State Archive, f. 416. op. 3, doc.
149, 1.
[2] Irma Kreiten, “On the path to genocide: Russia’s “final subjugation” of Northwestern Caucasus in a comparative perspective.”, Southampton University, UK, 2008.
[3] R. Traho, “Circassians”, Munich, 1956, p. 33.
[4] http://www.circassianworld.com/new/history/war-and-exile/1143-the-reports-and-the-testimonies.html
[5] Paul B. Henze, “The North Caucasus Barrier, The Russian Advance towards the Muslim World”, St. Martin’s Press, NY, p.80.
[6] Irma Kreiten, “On the path to genocide: Russia’s “final subjugation” of Northwestern Caucasus in a comparative perspective.”, Southampton University, UK, 2008.
[7] Walt Richemont, “The Northwest Caucasus: Past, Present, Future”, Routledge, USA and Canada, 2008, p.7.
[8] Samir H. Hotko, “The Importance of Russian-Turkish War of 1877-1878 for the Circassian History”, The Adygheyan Republican Institute of Humanitarian Researches, Russian Federation The Ottoman-Russian War of 1877-78 Edited by Ömer Turan, Ankara, 2007, p. 221-226.
[9] Veniukov, “K Istorii Zaseleniia Zapadnogo Kavkaza,” 249-250.
[10] Kadir I. Natho, “Circassian History”, Xlibris Corporation, USA, 2009, p. 358.
[11] age, p. 269.
[12] age, p. 357.
[13] age, p. 362.
[14] age, p. 370-371.
[15] age, p. 365.
[16] R. Traho, “Circassians”, Munich, 1956, p.59.
[17] Stephen D. Shenfield, “The Massacre in History”, Berghahn Books, NY-Oxford, 1999, p.153.
[18] Kadir I. Natho, “Circassian History”, Xlibris Corporation, USA, 2009, p. 371
[19] Report of Glazenap, April 17 (OS), 1864, Georgian State Archive, f. 416. op. 3, doc. 149,1.
[20] The T.P Transfer. I. Drozdov, Poslednyaya bor'ba s Zapadnom gortsami na Kavkaz / Kafkazskiy sbornik, 1887, Tbilisi.
[21] http://www.circassianworld.com/fonvill.html
[22] Stephen D. Shenfield, “The Massacre in History”, Berghahn Books, NY-Oxford, 1999,
p. 153.
[23] “The Circassian Exodus”, The Times, 13 June 1864, p.10.
[24] Kadir I. Natho, “Circassian History”, Xlibris Corporation, USA, 2009, p. 375.
[25] Justin McCarthy, “Death and Exile: The Ethnic Cleansing of OttomanMuslims, 1821-1922”, Darwin Press.Place of Publication: Princeton, NJ, 1995, p. 43. [25]
[26] Samir H. Hotko, “The Importance of Russian-Turkish War of 1877-1878 for the Circassian History”, The Adygheyan Republican Institute of Humanitarian Researches, Russian Federation The Ottoman-Russian War of 1877-78 Edited by Ömer Turan, Ankara, 2007, p. 221-226.
[27] Irma Kreiten, “On the path to genocide: Russia’s “final subjugation” of Northwestern Caucasus in a comparative perspective.”, Southampton University, UK, 2008.
[28] India Resource Center, April 28, 2008, www.indiaresource.org
[29] Oliver Bullough, Let Our Fame Be Great, Basic Books, New York, 2010, p.120
[30] World Health Organization. Jan 15, 2008, http://www.internal-displacement.org/8025708F004CE90B/(httpDocuments)/0DA1EBF8138BD5E3C12574F60046DD52/$file/WHO+15+Jan.pdf
[31] http://www.theotherrussia.org/2010/02/17/wwf-sochi-olympic-construction-out-of-control/
[32] http://www.msnbc.msn.com/id/35606416/ns/world_news-vancouver_winter_olympics/t/sochi-takes-olympic-torch-greens-despair/#.T-N59xzfaPM
[33] http://www.hrw.org/news/2009/08/28/letter-international-olympic-committee-regarding-sochi-games-and-m